27 Kasım 2017 Pazartesi

Osmanlı'da Son Dönem Edebi Akımlar

Kadim tarihimizle beraber ona eşlik eden kadim edebiyatımızı okurken ve incelerken bazı isimlendirme ve tasnif etme yollarına başvururuz.
Şair ve ediplerin yazdıkları, oluşturdukları divanlardan ötürü birkaç asrı kapsayan döneme genel bir isim ile divan edebiyatı dönemi diyoruz. Türk edebiyatı, tarih içerisinde seyrederken divan edebiyatı da yerini yeni gelişmelerden etkilenen çeşitli edebi algılamalar doğrultusunda farkı edebiyat akımlarına, düşüncelerine bırakmıştır.

Genel olarak divan edebiyatından sonraki dönemde şu şekilde bir sıralama yapılır:

-Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı
-Ara Nesil
-Servet-i Fünun Topluluğu
-Fecr-i Ati Topluluğu
-Milli Edebiyat

Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı

3 Kasım 1839'da Sultan Abdulmecid Han döneminde Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı'nın bir diğer ismi Gülhane Hatt-ı Hümayunudur. Tanzimat Fermanı ile beraber Osmanlı'da Batılılaşma hareketlerinin ve reformlarının maalesef artmaya başladığı gözlemlenmiştir. Bu olgu, Türk edebiyatına da yansımış ve Tanzimat Sonrası adı altında yeni bir edebi süreç vuku bulmuştur.

Bu dönemde yetişen edebiyatçılar, Batı'nın kültür ve edebiyatını örnek alarak devleti çökmekten kurtarmak, halkı aydınlatmak gibi bir takım düşüncelerle sonuçlarını hesaplayamadıkları bir yola girdiler. Niyetlerinin milli şuur etrafında şekilleniyor olmasına rağmen Batılı anlayışın burada aynen tatbik edilmesinin zararları öngörülememiştir. Bu yolda edebiyatı da bir vasıta olarak kullandılar.

Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı dönemi, 1860'tan 1895'e kadar devam eder. Daha sonradan bu dönem Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) adını alır.

Bu dönemde gerçekleşen bazı değişikliklere göre Tanzimat Sonrası dönemi de iki ayrı bölümde inceliyoruz.

-Birinci Nesil (1860-1876)

Şinasi'nin Tercüman-ı Ahval gazetesini neşretmeye başlaması, bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Birinci Meşrutiyetin ilanına kadar da devam eder. Bu dönemde edebiyatçılar daha çok siyasi bir amaç taşırlar. Taşıdıkları amaç meşrutiyetin ilan edilmesidir. Eserlerinde daima meşrutiyet konusu işlenmiştir. Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal, bu dönemin ilk neslini oluşturur.

-İkinci Nesil (1876-1885)

Bu dönem daha çok kişisel duyguların, felsefi düşüncelerin eserlere hakim olduğu bir dönem olur. Bu neslin temsilcileri ise Abdulhak Hamid Tarhan, Recaizade Mahmud Ekrem ve Sami Paşazade Sezai'dir.

Klasik edebiyat türlerinden olan şiir, mektup ve tarih, Batılı anlayışa göre yeni şekiller almıştır. Klasik edebiyatımızda bulunmayan tiyatro, roman, makale, hikaye, hatıra, tenkid vb. türleri geliştirilmiştir.
Bu dönemde gazeteler, Batılı edebiyat anlayışının halk arasında yaygınlaşması için bir vasıta olarak kullanılmıştır.

Ara Nesil

Edebiyat tarihimizde Tanzimat sonrası dönem ile Servet-i Fünun dönemi arasında kalan evre Ara Nesil olarak isimlendirilir. 1885-1896 yıllarını içerisine alır.

Bu dönem edebiyatçıları özellikle Fransız edebiyatını yakından takip eder. Bazı eserler Türkçeye tercüme edilir ve aynı zamanda Fransız edebiyatı eserlerini Fransızca olarak okurlar.
Bu nesil, edebiyat ve şiiri sadece kendi alanı içerisinde değerlendirmiştir. Siyasi amaçlar uğruna kullanmadılar. Edebiyat sadece edebiyat için yapılmıştır.


Servet-i Fünun Topluluğu

Servet-i Fünun mecmuası etrafında toplananların meydana getirdiği edebi topluluğun ismidir. Bu topluluğa dahil olanlar arasında: Halid Ziya, Tevfik Fikret, Cenab Şehabeddin, Hüseyin Cahit ve bunun gibi birkaç isim daha vardır.

Servet-i Fünun edebiyatı, sadece Servet-i Fünun mecmuası etrafında toplanan kalemlerin verdikleri eserlerden ibaret değildir. Aynı anlayışla fakat başka yayın organlarında eser veren edebiyatçılar da vardır.

Bu dönemde klasik edebiyat geleneğimiz tamamen yok edilmiştir. Fransız edebiyatının örnek alındığı bir dönemdir. Tamamen milli edebiyatın dışında kalan bu dönemde toplumla ilgili hiçbir mesele ele alınmamıştır.

Fecr-i Ati Topluluğu

1908'de İkinci Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkan ilk edebi topluluk, Fecr-i Ati Topluluğu'dur. Fecr-i Ati Topluluğu'nu meydana getiren edebiyatçılar, daha sonra Milli Edebiyatı ortaya çıkaran kişiler olmuştur.

Fecr-i Ati'nin temsilcileri ise Ahmed Haşim, Köprülüzade Mehmed Fuad, Hamdullah Suphi, Refik Halid ve Yakup Kadri gibi isimlerdir.

Milli Edebiyat (1911-1923)

Milli değer ve meselelerin ön planda tutulduğu edebi akımın ismidir. Milli Edebiyatı da dört farklı bölüme ayırarak inceliyoruz. Bunlar: Medeniyetçilik, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük'tür.

Bu dönemin en önemli özellikleri kısaca şöyle özetlenebilir:

-En güzel dil olarak İstabul Türkçesi seçilmiş, yazı ve konuşma dilinin İstanbul Türkçesine göre olması gerektiği vurgulanmıştır.

-Türk yazı diline giren yabancı gramer kuralları kaldırılacak ve tamamen Türkçe gramer kurallarına yer verilecekti.

-Arapça ve Farsça tamlamaların terk edilmesi kararı alınmıştır.

-Türkçeleşmiş edatlar dışındaki bütün yabancı edatlar terk edilecektir.

Bu fikirler daha önce Namık Kemal ve Şemseddin Sami gibi edebiyatçılar tarafından da dile getirilmişti. Milli Edebiyat, özellikle 1914'ten sonra Birinci Cihan Harbi yıllarında gelişerek devam etti.

Milli Edebiyat akımının önde gelen temsilcileri ise şunlardır:

Şiir: Mehmed Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel vb.

Hikaye Roman: Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri, Halide Edip Adıvar, Refik Halid..

Edebiyat tarihi: Fuad Köprülü, Ali Canib..



22 Kasım 2017 Çarşamba

Bir Edebiyat Devi Nihal Atsız

Bir edebiyat devi olarak kabul edilen Hüseyin Nihal Atsız için aslında bir ülkü devi denilse sanıyoruz bu ifade de pek yanlış olmazdı. Hatta onu en iyi ifade eden anlatım belki de bu olabilirdi.
Nihal Atsız'ın Türk edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi ile birlikte onun bir anlamda ideolog ve dava adamı yönü de göz önünde bulundurulması gereken hususlardır. Edebiyatçılık ve onun edebi yönü aynı zamanda mesleği olmakla birlikte o, bu mesleğini inandığı fikirleri doğrultusunda hayatı boyunca kullanmıştır. Kalemini daima bu yolda kullanan birisidir.

1905 yılında İstanbul Kadıköy'de dünyaya gelen Nihal Atsız'ın inceleme konusu olmasındaki en büyük nedenlerden birisi onun, toplumun bir kısmı tarafından yanlış idrak edilmesi ve ''takipçilerinin de bir kısmı tarafından onun yanlış tanıtılıyor olmasıdır.'' Bu sebepler ile Nihal Atsız'ın hem edebi yönünü, Türk edebiyat tarihine katkılarını hem de onun Türk milleti için gerçekleştirdiği çalışmaları iyi anlamak, eserlerini tahlil etmek, herkes için faydalı olacaktır düşüncesini taşıyoruz.

Pek çok şair ve yazar gibi Atsız hakkında da bugüne kadar gelen söylentiler olmuştur. Bunların kimi doğru kimi de yanlıştır. Fakat her şeyden önce bilinmesi gereken şey; bir yazar, bir şair veya başka bir alanda herhangi bir eser ortaya koyan kişileri tanımak için ya onlarla bizzat tanışmış olmak ya da onların eserlerinin en azından bir kısmını incelemiş, araştırmış olmak gerekir. Böyle olmadığı takdirde o kişiler hakkında yanılgı payımız muhakkak artacaktır ve bu her zaman böyle olmuştur. Fikirlerini kendi ölçütlerimize aykırı kabul ettiğimiz münevverler için de onları tanımak kesinlikle bir zarurettir.

Nihal Atsız'ın yanlış idrak edilmesindeki en temel sebebin şu olduğu söylenebilir: '' Nihal Atsız, milli duyguları noktasında kimi zaman sert ve keskin söylemler kullanmış, Türkçülük dünya görüşünü benimsemiş, kimi eserlerinde ve yazılarında da dini söylemlere az yer ayırmıştır. '' Toplumun özellikle mütedeyyin kesimi tarafından yanlış tanınması ve sevilmemesi hatta göz ardı edilmesi genellikle bu sebeple olmuştur. Fakat burada Atsız'a kabahat biçilse de sözü edilen kesimin de bir takım kabahatleri elbette bulunmaktadır. O kabahat ise yerli bir değer olan Atsız'ın hiçbir eserinin okunmamış, fikirlerinin onun dilinden dinlenmemiş veya okunmamış olmasdır. İşte bu sebepledir ki Atsız belli ölçüde hep yanlış tanınmış, idrak edilememiş, kimileri nazarında muğlak bir kişilik olarak kalmış hatta koyu bir ırkçı, bir kafatasçı olarak görülmüştür.

Elbette onu yanlış idrak edenler kadar yine onu yanlış tanıtanların da bu durumda büyük payları bulunmaktadır. Milliyetçi-Mukaddesatçı çevreler içerisinde sıkça takip edilen ve fikirleri kabul gören Atsız'ın tek sevenleri ve okurları bu çevreler değildir. Esasen onun sadece Türkçülük ile ilgili yazılarını ve düşüncelerini kabul eden, edebi yönü ile neredeyse hiç ilgilenmeyen manevi hassasiyeti az belki de hiç olmayan kesimlerce Nihal Atsız, sadece bir kafatasçı olarak kabul görmüştür. Onların bu içselleştirmeleri de Atsız'ın daima yanlış idrak ediliyor olmasında ciddi pay sahibi olmuştur.



Edebi kişiliği ile beraber Nihal Atsız, hepsinin ötesinde milli bir şahsiyet ve milli bir değerdir. Hayatı boyunca da milli kimliği ve milli duruşundan hiçbir taviz vermemiştir. Onun bir diğer önemli özelliği de budur. Avrupa'da İtalyan faşizminin, Alman nazizminin, kuzeyimizde bütün Türk ülkelerine acımasızca zulümler uygulamakta olan Sovyet komünizminin iyice palazlandığı ve parladığı yıllarda o, taviz vermeksizin milli bir duruş sergilemiş, bu duruşuna yönelik söylemler geliştirerek eserlerine de aynı ruh ve hissiyatı yansıtmaktan bir an dahi geri durmamıştır.

Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na kendi neşrettiği dergilerinde yazmış olduğu açık mektuplar bu duruşun en açık göstergelerinden birisidir. Daha 1940'lı ve 50'li yıllarda dönemin hükümetlerine açık mektuplar yazmış ve gittikçe gelişmekte, ülkemizin gençlerini zehirlemekte olan Sovyet komünizmine karşı uyarılarda bulunmuştur. İdarecilere karşı bu anlamda erken uyarıları olmuştur. Sovyetler Birliği'nin açık hedefi olacağını bilerek bu duruşunu muhafaza etmesi onun milli kimliği hakkında bizleri fikir sahibi yapmaktadır.

Edebi yönünden bahsettiğimiz Nihal Atsız'ın aynı zamanda şair bir yönü de vardır. Yazdığı onlarca şiirinden biri olan 'Davetiye' adlı şiirinde dönemin faşist İtalya'sının lideri olan Benito Mussolini'ye karşı açıkça milli duyguları ile seslenmiştir.
O şiirden bazı dizeleri paylaşmak istiyoruz:

''Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ'in kurduğu devlet
İtalyalı melezlerden üstündür elbet.''

''Senin dostun Cermanyaya (Almanya) biz Nemçe deriz
Bir gün yine Beç (Viyana) önünde düğün ederiz.''

''Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin.''

''Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz,
Karşısında bir göl kalır sizin Dante'niz.''

Bu dizelerden de Nihal Atsız'ın milli duruşu hakkında fikir sahibi olunabilir.
Tüm bunlarla beraber Atsız hayatını edebiyat öğretmenliği yaparak geçirmiştir. Türkiye'nin pek çok farklı vilayetinde ortaokul ve liselerde uzun yıllar edebiyat dersi öğretmenliği yapan Atsız, meslek hayatı boyunca şahsi neşriyat faaliyetlerinde de bulunmuştur. Atsız Mecmua, Orkun, Orhun ve Ötüken ismiyle kendi çıkardığı dergilerde yüzlerce makalesi vardır. Deli Kurt, Ruh Adam, Bozkurtlar Diriliyor, Dalkavuklar Gecesi, Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar isimli kitapları onun romanlarının başlıcalarındandır. Bu yönü edebi kişiliğini en ön plana çıkaran yönüdür. Bunların yanında Türk edebiyatı, Türkçülük fikir sistemi ve Türk tarihi üzerine de yazmış olduğu birden çok kitabı bulunmaktadır. Yolların Sonu isimli kitabında ise hayatı boyunca yazdığı şiirlerini derleyerek, şair kimliği ile de karşımıza çıkar.

Sanıldığının aksine Nihal Atsız, sadece İslam öncesi Türk tarihini değil, İslam sonrası Türk tarihini de ruhuna sindirmiş birisidir ve Türk tarihini, Türk-İslam tarihi şeklinde ayrım yapmaksızın telakki eder. Türk devletini ve hanedanlarını bütüncül şekilde ele alır. Kimilerinin hakaret ve iftiralarına maruz kalan Sultan Abdulhamid'i kesin bir şekilde müdafaa eder; ''O kızıl sultan değil, ancak gök sultandır'' der. Yine bazı kesimlerce yerilen Sultan Vahdeddin hakkında kesin müdafaaları vardır. Onun için; ''O bir Osmanoğludur, asla hıyanet ile itham edilemez'' açıklamaları da yine kendisine aittir.

Nihal Atsız hiçbir zaman İslam karşıtı olmamış ve inançsız birisi olarak da karşımıza çıkmamıştır.
Bu sebeple onun şiirlerinden bazı alıntılarda bulunarak, bunları paylaşmak gerektiğini düşünüyoruz:

''Genç Fatih'in ordusu yine tekbir alınca
Söndürürüz kafirin Meryem Ana mumunu.''

''Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince
Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.
Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini
Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız.''

''Selam şanlı mazimize, selam yarına
Selam zafer ordusunun silahlarına.
Ey geçmişin yiğitleri selam sizlere
Ey yarının şehitleri selam sizlere.''

Bu ve bunun gibi daha pek çok dize ve satırların sahibi olan Atsız'ın gönül alemini anlamak için onun eserlerinin okunması gerekiyor.
11 Aralık 1975'te İstanbul'da vefat eden Nihal Atsız, hiçbir zaman milli ve manevi değerlerin aleyhinde olan faaliyetlerin içerisinde bulunmamış, ömrünü milletinin ve devletinin bekası uğrunda çalışarak geçirmiş, edebiyatımızın önemli milli şahsiyetlerinden birisi olarak ismini tarihe geçirmeye muvaffak olmuştur.


11 Kasım 2017 Cumartesi

Mitolojik Edebiyat

Bir edebiyat ürünü olarak karşımıza çıkan mitolojik eserler, bizlere antik çağ edebiyatı ve tarihi hakkında eşsiz bilgiler sunar. Onlar, kesinlikle antik çağların eşsiz bir değere sahip bulunan edebi şah eserleridir. Türkçede efsane veya destan şeklinde telaffuz ettiğimiz mitoloji kelimesi, kökeni itibariyle antik Grekçe (Yunanca) bir kelime olma özelliğini taşıyor. Mythos (masal-hikaye) ile logos kelimelerinden meydana gelir.
Logos kelimesi hakkında esasen tam bir bütünsel anlam oluşmamıştır. Çünkü bu Yunanca kelime pek çok farklı filozof tarafından değişik şekillerde tanımlanmıştır. Fakat burada en temel tanımını esas alıyoruz. O da, ussal kavrama demektir. Logos kelimesi antik Yunan'a göre ussal kavrama, yani us ile kavrama anlamında idrak edilmiştir. Günümüzde ise logos (loji) kelimesi, bilim olarak nitelendiriliyor. Buradan yola çıkarak, mitoloji için efsane bilimi de diyebiliriz.
Yunanca mitos (mythos) kelimesi Türkçede mit veya mitler şeklinde telaffuz ediliyor.

Mit kavramı, antik çağlarda yaşamış olan milletlerin ilahlarının ve kahramanlarının yaşamlarından genel bir şekilde bahseden hikayelerdir. Her milletin kendine özgü mitolojisi bulunmaktadır. Mitolojik hikayeler ve destanlar, temsil ettikleri milletin birer aynası gibidir. Bunlar her ne kadar milletten millete farklılık gösterse de pek çok ortak ve benzer yönleri de bulunmaktadır. Mitolojilerde geçen hikayelerin hepsinin hayal ürünü olduğu da söylenemez. Bunlar içerisinde oldukça fazla gerçek olaylar, hikayeler de vardır.
Birçok mitolojide geçen tufan olaylarının, yapılan kazı çalışma ve araştırmaları neticesinde doğrulukları ispat edilmiştir. Bunlarla birlikte milletlerin nasıl bir hayat sürdüğü hakkında da çeşitli ve önemli bilgiler içeren kaynaklardır. Şunu da söylemek gerekir ki; mitolojiler hiçbir zaman bulunduğu toplumlarda dini bir kitap hüviyeti kazanmamıştır.

Mitolojinin Ve Öğelerinin Oluşma Nedenleri

Mitoloji, bazen unutulmuş olaylara bazen de bilinçaltı ve hayal gücüne bağlıdır.
Antik dönemlerde insanların tabiatla, üstün güçlerle, düşmanla mücadelesinde hayal yoluyla ortaya koyduğu eser, söylediği söz, takındığı tavır, mitolojinin oluşumunu sağlamıştır.

Mitoloji, genellikle bazı yaratılış hikayelerini konu edinir.
Bir kültürün, dünyanın nasıl oluştuğunu, bir şeyin nasıl yaratıldığını ve bunlara yönelik inançları açıklayan özelliklere sahiptir.

Mitolojik öğelerin (değerlerin) ortaya çıkmasında insanın, dünyanın yaratılışını sorgulaması vardır. Sonunda dünyadaki tüm varlıkların kendiliğinden ortaya çıkamayacağını ve bunların bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul eden efsanevi hikayeler ortaya çıkmaya başlamıştır.




Başlıca mitolojiler arasında Mezopotamya efsaneleri önemli ve ayrı bir yer tutmaktadır. Antik çağ devletlerinden biri olan Sümerlere ait Gılgamış Destanı bu sebeple ön plana çıkar. Gılgamış Destanı, tarihteki ilk yazılı destan olma özelliğine sahiptir. Aynı zamanda 56 adet kil tablet üzerine çivi yazısı ile yazılmıştır. Ölümsüzlüğü arayan bir hükümdarın hikayesinden bahseder.

Gılgamış Destanı, antik çağ halklarından biri olan Sümerlerin günlük yaşamları hakkında bilgi verme, tarihin ilk yazılı destanı olma ve tek tanrılı üç dinin kitaplarında yer alan 'Tufan' hikayesinin, benzer şekli ile 4.000 yıl önce kil tabletlere yazılmış olması sebebi ile büyük önem taşımaktadır.

Destana konu olan hükümdar Gılgamış, gerçekten yaşamış ve Mezopotamya'daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Destan, Gılgamış'ın ölümünden yaklaşık bin yıl sonra yazılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.


 

Milli Bir Unsur Olarak Türk Mitolojisi (Destanları)

Evrensel mitolojiler arasında şüphesiz ön plana çıkan önemli destanlardan biri de Türk milletine aittir. Bu anlamda Türk mitolojisi, zengin kaynaklara sahiptir.
Türk mitolojileri sırasıyla şunlardır: 
- Yaratılış Destanı
- Alp Er Tunga Destanı
- Şu Destanı
- Oğuz Kağan Destanı
- Bozkurt Destanı
- Ergenekon Destanı
- Türeyiş Destanı
- Göç Destanı
- Satuk Buğra Han Destanı
- Manas Destanı
- Cengiz Han Destanı
- Danişmend Gazi Destanı
- Köroğlu Destanı

Türk efsaneleri arasında en önemlilerinden birisi Türklerin atası olan Oğuz Kağan'ın diğer adıyla Tanrıkut Mete'nin doğuşu, gençliği, kağan oluşu ve Türk birliğini kuruşunu anlatan Oğuz Kağan Destanı'dır.
Bu destanın orijinal Uygur harfleriyle yazılmış özgün nüshası Paris Kütüphanesi'nde bulunuyor. Bugün elimizde Oğuz Kağan Destanının üç farklı çeşidi bulunmaktadır.

XIII ve XVI. yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve İslamiyetten önceki dönemi yansıtan versiyonun, ilk örneği temsil ettiği söylenebilir.

XIV. yüzyılın başında yazıldığı bilinen Reşideddin'in Cami üt-Tevarih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı ise İslami versiyonlarının ilkini temsil etmektedir.

Oğuz Kağan Destanının üçüncü versiyonu ise XVII. yüzyılda Ebu'l-Gazi Bahadır Han tarafından yazılan Şecere-i Terakime adlı eserinin içinde yer alır.

Oğuz Kağan Destanı;

Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun bize uran,
Demir kargı olsun orman,
Ay yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş tuğ olsun, gök kurıkan.

9 Kasım 2017 Perşembe

Çağdaş İran Şiiri Ve Füruğ Ferruhzad

İran için 1977-78 yılları seküler ve istibdad anlayışına sahip bulunan şahlık rejimine karşı bir takım isyan hareketlerinin ortaya çıktığı yıllardır. Tebriz, Kum, Isfahan, Şiraz, Tahran ve Meşhed gibi büyük vilayetlerde bu isyanlar iyice belirgin hale gelmiştir. Bu toplumsal infiallerin pek çok alanda yansımaları olur. Bunlardan biri de kadim İran edebiyatında kendisini o dönemde göstermiştir. Klasik Fars edebiyatının asırlık aruz kalıpları da bu dönemde kırılmaya başlamış, bir çeşit edebi dönüşümlerde ortaya çıkmıştır.

Geleneksel edebiyatı yenilikleri ile sarsan ve bu dönüşüme öncülük eden İranlı şair Nima-i Yuşic.dir. 1920-1940 yılları arasında İran edebiyatında bıraktığı etkilerle bu işe öncülük etmiştir ve yeni şiirler 'Nimai şiir' olarak anılmaya başlanmıştır. Yaşanan değişimlerde sadece şiirin şekli değil, içerik ve konuları da aynı değişimden nasiplerini almıştır.

İran şiirinde ilk yenilik hareketleri her ne kadar Kaçar hanedanı döneminde başlamış olsa da, ciddi anlamda 1906 yılında İran Meşrutiyeti ile birlikte daha somut bir hale gelmiştir.
Biraz önce belirtildiği gibi İran şiirine gerçek dönüşümü yaşatan Nimai Yuşic oldu.
Nimai Yuşic aruzları tamamen dışlamadan, dizelerin uzunluk ve kısalıklarında şairi özgür bırakan bu anlayışı, mücadele ederek İran şiirine getirebilmiştir. Bu süreçte elbette gelenekçiler tarafından şiddetli baskı ve eleştirilere maruz kaldıysa da, yenilikçi şairler tarafından büyük de bir destek görmüştür.
Nima'ya göre kafiye gerçek şahsiyetini yeni şiirle kazanmıştır. Ona göre; 'tek bir dize kimi zaman yalnız başına bir anlamı ifade edebilir ve kendinden sonraki dizeye ihtiyaç duymayabilir.''

Nima'nın öncülük ettiği yeni akımın, serbest şiirin İran'daki diğer önemli temsilcileri ise; 'Mehdi Ehevan Salis, Sohrab Sepehri, Ahmed Şamlu, Nusret Rahmani,Muhammed Zuher, Huşeng İbtihac, Siyaveş Kisra ve Füruğ Ferruhzad' olmuştur.

Bu süreçte mısraların aruza dayanmasını savunan gelenekçiler ile kullanılan kalıpların artık yetersiz kaldığını savunan yenilikçiler, iyice belirgin gruplar haline gelmişti.

Çağdaş İran şiirinin öncüsü olan Nima Yuşic, yeni şiirin değerlerini oluştururken, bir şairin sahip olması gereken özellikleri de şöyle sıralamaktadır:
''- Şair, hangi tarihte yaşadığını ve içinde yaşadığı toplumun kendisinden neler istediğini bilmelidir. Buna şairin tarihi görevi denir.
-Şair, yaşadığı muhiti teşkil eden şeyleri bilmelidir. Buna şairin coğrafi görevi denir.
-Şair, ufku geniş ve özgür olmalı, hiçbir felsefi ekole bağlanmamalıdır. Buna şairin sosyal düşünce görevi denir.
-Şair, halkının hangi edebi dönem içinde bulunduğunu bilmelidir. Hem şekil ve kalıpta hem de içerikte dönem edebiyatının temsilcisi olmalıdır.''

Nima'ya göre şair, duygu ve düşüncelerini sembolik olarak ifade etmelidir.
Yeni İran şiirinde karamsarlık, kızgınlık, nefret, umutsuzluk kavramları çok işlenir ve günümüz dünyasında yaşanan her şey çağdaş İran şiirine de birebir yansır. Benzetmelerin yerini istiare alır. Okur birinci istiareyi anlamaya çalışırken karşısına ikincisi çıkıverir.




İran'ın Kadın Şairi Füruğ Ferruhzad

Füruğ Ferruhzad 5 Ocak 1935'te Tahran'da dünyaya gelir. Füruğ, şiir yazıyordu. Onun hayatını şekillendiren belki de en önemli olaylardan biri 1951'de ailesinin isteği üzerine kuzeni Perviz Şapur ile evlenmesidir. Evlendiğinde 16 yaşındaydı. Bir yıl sonra da oğlu Kamyar doğar. Fakat çok geçmeden, şiddetli geçimsizlik nedeniyle 1954 yılında kocasından boşanır. İran kanunlarına göre boşanan kadının çocuğunun velayeti kocasına veriliyordu. Bu sebeple Füruğ Ferruhzad belki de hayatının en büyük acılarından birisini yaşadı ve ölene kadar bir daha oğlu Kamyar'ı göremedi.




Bir roman yazarı tarafından film yönetmeni olan İbrahim Gülistan'a Füruğ'un kendisi tanıtılır. Füruğ, Gülistan'ın asistanı olarak görüntü yönetmenliği de yapmaya başlar. İlerleyen dönemde Füruğ, İbrahim Gülistan'a aşık olur. Fakat bu hiçbir zaman yaşanmamış ve gerçekleşmemiş bir aşk olarak İran halkının dilinde dolaşıp durur.
Füruğ'un bazı şiirlerini de İbrahim Gülistan için yazdığı İran'da sıkça anlatılıyordu.

''Gel ey erkek, ey bencil varlık,
Gel, kafesin kapılarını aç,
Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer,
Bari bir anlık serbest bırak.''

Hem arkadaşı hem de bir nevi patronu sayılan İbrahim Gülistan, Füruğ Ferruhzad için bir keresinde şöyle diyordu: ''O, tıpkı bir öğrenci gibi kendi çabalarından etkilenmişti. En büyük etkiyi kendi kendine veriyordu. Onu asla üretken olmadığı bir halde görmedim. O. böyle biriydi.''

'' Seviyorum onu
Tohumun ışığı sevdiği gibi
Tarlanın rüzgarı sevdiği gibi
Kayığın dalgayı sevdiği gibi
Kuşun yüksekleri sevdiği gibi
Seviyorum onu
Aşk ne ile
Ebedileştirilebilir?
Hangi öpücükle, hangi dudakla
Yok olup giden ben gibi
Günler gibi
Mevsimler gibi...''

13 Şubat 1967'de Tahran'da kendi kullandığı araçta bir trafik kazasında henüz 32 yaşındayken hayatını kaybeder ve geriye sadece acılar ve duygularla yüklü bir hatıra bırakır.

(Füruğ Ferruhzad evlatlığı ile)

5 Kasım 2017 Pazar

Türk Edebiyatının Unutulan Yüzü Çağatay Edebiyatı

Türk edebiyatının en zengin dallarından birini divan edebiyatı oluşturuyorsa hiç şüphesiz buna en önemli katkılardan birini sağlayan da Çağatay edebiyatıdır. Çağatay edebiyatı ve Çağatay lehçesi, Türk dili ve edebiyatının maalesef unutulmuş, kaybolmuş fakat en zengin bölümlerinden birini oluşturur.
Öncelikle Çağatay kelimesinin etimolojik kökenini incelemek gerekmektedir. Türk-İslam edebiyatının üçüncü dönemi olarak da kabul edilen Çağatay edebiyatı, bu ismi büyük Moğol imparatorluğunun kurucusu Cengiz Han'ın ikinci oğlu olan Çağatay'dan alır. Cengiz Han'ın ölümünden sonra devletin dörde bölündüğü süreç içerisinde bu dört devletten biri Çağatay'ın başına geçtiği hanlık olmuştur. Bugünkü Orta Asya havalisini idare eden hanlık, Çağatay Han'ın ölümünden sonra kendi adı ile anılmaya başlamıştır.
Çağatay Hanlığı'ndan sonra bölgede Timurlular devleti teşekkül etmiştir. Timurlular devletinde de Çağatay kelimesi varlığını korudu. Çağatay adı, ilk başlarda kurulduğu devleti ifade etmekteyken Timurlular döneminde de ''Çağatay ili'', ''Çağatay halkı'' ifadeleri Türkleri işaret etmekteydi. Yine de yazar ve şairler 15 ve 16. yüzyıla kadar Çağatay dili veya lehçesi ifadeleri yerine Türk dili, Türkçe gibi genel ifadeleri kullandılar.
Çağatay edebiyatının en önemli temsilcisi olan büyük Türk şairi Ali Şir Nevai'de Çağatay ifadesi yerine Türkçe veya Türk dili ifadelerine yer vermiştir. Aynı zamanda bu ekolün yine önemli temsilcilerinden olan Ebu'l-gazi Bahadır Han ,  ''Türk dili'' terimlerini kullanmıştır. Bir başka misalde ise Alman bilim adamı Zenker, Çağatay dili için ''Doğu Türkçesi'' ifadesini kullanmıştır.


Çağatay Türk Edebiyatının Altın Kalemi Ali Şir Nevai

Çağatay edebiyatına en parlak dönemini yaşatan Ali Şir Nevai, 1441 yılında Herat'ta doğmuş ve 1501'de yine Herat ilinde vefat etmiştir. Uygur Türklerindendir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmakla beraber Timurlu devletinin o zamanki hükümdarı Sultan Hüseyin Baykara'nın da uzun dönem valiliğini yapmış ve en büyük övgülerine mazhar olmuştur. Böylece Nevai, hem edebi kişiliği hem de devlet adamı kişiliği ile karşımıza çıkar.

Neredeyse her konuda ve her türde Çağatay edebiyatının en zengin, en değerli eserlerini vermiştir. Türkçe'nin içeriğini oluşturma noktasında ve Türk dilinin zenginliği hususunda paha biçilmez eserlerin önemli bir bölümü yine onun eserleri arasında bulunmaktadır.
Yazdığı Türkçe şiirlerini dört ayrı divanda toplamıştır.
Bunlar: Garaibü's Sağir, Nevadirü'ş Şebap, Bedayiü'l Vasat ve Fevaidü'l Kibar'dır. Bir de Farsça divanı bulunmaktadır. Türkçe divanlarının genel adına Hazainü'l Maani denir. Ali Şir Nevai, Türkçe şiirlerinde Nevai, Farsça şiirlerinde ise Fani mahlaslarını kullanmıştır.

Beş mesnevinin bir arada toplandığı yapıtlar hamse adını alır. Bu bağlamda hamse türünün Türk edebiyatındaki ilk örneklerini de Ali Şir Nevai vermiştir: Hayret-ül ebrar, Ferhat u Şirin, Leyla vu Mecnun ile Seb'a-i seyyare ve Sedd-i İskenderi.


Nevai'yi anlamlı kılan bir diğer özelliği de Türk edebiyatının ilk tezkire (biyografi) eserini vermiş olmasıdır. Şairler tezkiresi olan eseri; Mecalisü'n Nefais'tir. Bir diğer tezkiresi ise Nesayimü'l- mahabbe min şemayimi'l fütüvve'dir. Genel olarak kabul gören düşünce; Nevai döneminin Çağatay edebiyatının klasik dönemini temsil etmesidir. İsmini saydığımız eserleri yanında Nevai'nin daha pek çok ve birbirinden kıymetli farklı alanlarda eserleri bulunmaktadır. Dil-edebiyat, din-ahlak ve tarih gibi alanlarda da dev eserleri bulunuyor.

Türk edebiyatının ilk tezkire örneği olan Mecalisü'n Nefais'i sekiz bölüme ayırmıştır. Her bir bölüme meclis adını vermiştir. Nevai, sekizinci meclisi bütünüyle Timurlu devletinin 5. ve o dönem hükümdarı olan, aynı zamanda çocukluğundan beri beraber yetiştiği ve valiliğini yaptığı Sultan Hüseyin Baykara'ya ayırmıştır. Baykara'da tıpkı Nevai gibi edebi yönüyle Çağatay edebiyatının son dönemine damgasını vurmuştur. Hüseyni mahlası ile lirik gazeller yazmıştır. Nevai, onun Türkçeye en çok katkı sağlayan kişilerden biri olduğunu anlatmıştır.

Onun en büyük eserlerinden biri de 1499'da yazdığı Muhakemetü'l Lugateyn'dir. Nevai bu eserinde Türkçe'nin Farsça'dan daha üstün bir dil olduğunu delilleriyle birlikte anlatmıştır. Türkçe'nin Farsça'dan daha geniş kelime dağarcığına sahip olduğunu ispatlamış, bununla birlikte Türkçeyi kullanmayarak sadece Farsçayı kullanan genç şairleri de eleştirmiştir.

Değerli tarih konulu eserleri arasında ise ''Tarih-i Enbiya vü Hükema'' ile ''Tarih-i Müluk ü Acem'' vardır. İlk eserde Hz.Adem'den Hz.Muhammed'e (S.A.V) kadar olan bilgiler ve menkıbeler yer alıyor. Diğerinde ise İran hükümdarlarını dört hanedana ayırarak mitolojik tarihlerinden bahseder.

Ali Şir Nevai, her dönemde karşılık bulmuş bir şairdir. Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde ünlü Şikayetname eserinin yazarı Fuzuli'de Nevai'den etkilenmiştir. Bilhassa Yavuz Sultan Selim Han, Nevai hayranı idi. Pek çok Türk şair, Nevai'nin şiirlerine nazireler yapmıştır. Bu nazireler, Tanzimat Dönemi sonrasında bile kendisini göstermiştir. Ziya Paşa, ''Harabat'' adını taşıyan üç ciltlik eserinde, Nevai'nin şiirlerine önemli bir yer ayırmıştır. Daha ismini saymadığımız ve bir o kadar kıymetli olan pek çok eseri mevcuttur.


Çağatay edebiyatının önemli temsilcilerinden biri de hem Cengiz Han'ın hem de Timur'un soyundan gelen Babür Şah'tır. Hindistan'da kendi adıyla andığımız Babür devletinin kurucusu ve ilk hükümdarı olduğu gibi şiirleri ve üstün edebi kişiliği ile de karşımıza çıkar. Babür Name isimli ünlü vakayinamesi de en önemli eserleri arasındadır.

Türk Uygur Edebiyatı - 2

Türk-Uygur Edebiyatını incelemeye devam ederken, Uygur yazarlarından, şairlerinden ve Uygur halk edebiyatının belki de en güzide yapıtı olan...