29 Ekim 2017 Pazar

Türklerin Farsça İle Etkileşimleri

Kadim Türk tarihi esasen dünya sahnesi içindeki en renkli dönemleri yaşayan bir tarihi bütünsellik olarak kendisini günümüze kadar ulaştırmıştır. Çeşitli coğrafyalarda hüküm süren Türk devletleri arasında kurucu hanedanın isimleri ile anılan Gazneli ve Selçuklu devletleri, bizim için Farsça ve Fars dünya ile yoğun etkileşime geçilen bir dönemi de ifade eder. Osmanlı da ise artık iyice üç dilin etkileşimlerini tamamladığını görürüz. Bunlar Arapça, Farsça ve Türkçedir.

Farsça ve Arapça her ne kadar Türklerin gelişimine katkıda  bulunduysa Türk devletlerinin bu dilleri kullanmaları da aynı dillerin çeşitli coğrafyalarda gelişimlerine önemli katkılar sağlamıştır. Farsça, ilk ve en bariz etkilerinden birini Gazneli Türk devleti üzerinde göstermiştir. Fakat unutulmaması gereken bir diğer husus da; Türk devletlerinin her türlü etkileşime açık olmaları ile beraber farklı kültürel unsurları kendi milli kültürleri içerisinde eriterek belirli bir seviyede kullanmalarıdır. Farsçayı çok yoğun olarak kullanmalarından ötürü Gazneliler Türk kültüründen uzaklaşmış gibi algılanmaktadır. Oysa burada da belirtilmesi gereken husus; Gaznelilerin milli kültürden kesinlikle ayrılmamış olmalarıdır.

Gazneli sarayın ve ülkenin ana omurgasını oluşturan ilk tebaasında yani Türkler arasında tabii bir şekilde Türkçe daima kullanılmıştır. Gazneli Türk ordusunda da aynı şekilde Türkçe kullanılmıştır. Bilhassa ordu içerisine Türkçeden başka hiçbir dil sokulmamış, bu hususa fazlasıyla ihtimam gösterilmiştir. Gaznelilerin büyük hükümdarlarından olan, Hindistan'a gerçekleştirdiği ünlü 17 seferi ile Hindistan içlerine İslam'ın girmesini sağlayan Sultan Mahmud, önemli bir örnek teşkil eder. Sultan Mahmud, İranlı şairleri pek fazla desteklemiştir. Onları sarayına davet etmiş, şiirler yazdırmıştır. Unsuri, Ferruhi, Minuçihri gibi dönemin en güzide İranlı şairlerine hamilik yapmıştır. Fakat İranlı şairlerin Sultan Mahmud'a sundukları şiirleri incelendiğinde Türk milletini övücü şiirlerden başka bir şey ile karşılaşmıyoruz.


İran'ın büyük şairlerinden Firdevsi'nin en ünlü eseri Şehname, bizim için yine başka bir örnektir. Firdevsi, eserini Sultan Mahmud'un isteği üzerine yazmıştır. Fakat eser, yoğun milli duygular ile yazılmış bir İran mitolojisi karakterini taşıyordu. Esasen Şehname'nin muhtelif yerlerinde Türkler ile ilgili olarak küçümser ve aşağılayıcı ifadelerin bulunması, Şehname'nin takdim edildiği Gazneli Sultan Mahmud tarafından asla kabul görmemiştir. Rivayete göre de Firdevsi, Sultan Mahmud tarafından azarlanmıştır.
Buna rağmen yakın dönem önemli edebiyatçı ve şairlerimizden Nihal Atsız'ın belirttiği gibi; Firdevsi'nin Şehnamesi İrani halklara milli şuur kazandırmıştır. Onları tekrar diriltmiş ve millet haline gelerek toparlanmalarını sağlamıştır. İran dili ve kültürünü derleyerek İranlılara kaybetmek üzere oldukları bazı hisleri kazandırmıştır. Bu gibi eserlerin böyle somut ve kesin etkileri oluşu, önemlerini de bizlere anlatıyor.


Karahanlı ve Gazneli devletinin devamı niteliğini taşıyan Selçuklular'da da Farsça'nın yoğun olarak kullanıldığını, bu dile son derece aşina bir hale geldiklerini fakat milli kültürü muhafaza etmede aynı hassasiyeti gösterdiklerini biliyoruz. Esasen kadim dönemlerin bozkır geleneklerini devam ettiren Selçuklu Türkleri, Fars dili ve edebiyatına kolay ve çabuk uyum sağlamışlardı. Fars dilini Türk kültürü içinde eriten ve kendi kültürüne katkı sağlayacak şekilde kullanan bir diğer Türk devletidir Selçuklular...

Sultan Melikşah'tan başlayarak daha sonraki dönemlere kadar Farsçanın etkileri devam etmiştir. Selçuklular'da da resmi dil olarak Farsça kullanılmış fakat saray ve ordu dili istisna göstermeyerek bozulmadan Türkçe ile muhafaza edilmiştir. Kendilerinden önceki Karahanlı ve Gazneli hükümdarları gibi Selçuklu sultanları da İranlı şairleri himaye etmişler, onlara şiirler yazdırmışlardır.
Yine dönemlerinin en iyi şairleri Selçuklu sultanlarına pek çok şiirler yazmıştır. Bunların arasında Burhani, Baherzi, Mu'izzi gibi önemli İranlı şairler de bulunmuştur.

Sultan Melikşah ve Sultan Sencer'in Farsça'ya hakim olduklarını eski kaynaklardan öğrenilen ve kendi yazdıkları Farsça şiirlerden de görmekteyiz.

Sultan Sencer'e ait olan bir dörtlük:


چو باد وزان گرد جهان گشتم و دیدم در زیر کف پای سر تاج وران را
سر تافت نیارست کس از امرم ازیرا گردن بشکستم که پیکارسران را
با این همه ملک و حشم و دولت و اقبال بگذشتم و بگذاشت جهان گذران را
دنیای دنی از چو منی مهر ببرید زودست چرا شست نباید دگران را

Şiirin tercümesi:

''Dolaştım rüzgar gibi dünyanın dört bucağını,
Nice taç sahiplerinin kellelerini gördüm ayaklar altında,
Kimse emrimden çıkamadı; zira,
İsyan edenlerin boynunu kırdım,
Bunca mülk, asker, devlet ve ikbal ile.''

Irak Selçuklularının son hükümdarı Sultan III.Tuğrul Farsça şiirlerden günümüze en çok şiiri ulaşan Selçuklu hükümdarıdır.
O da bir dizesinde şöyle söylemiştir:




آن  جوشن من بیار تا در پوشم کین  کار مرا فتاد  هم  در کوشم
تا در تنم است جان و سر  بردوشم ُ من م ِ لک عراق را بسر  نفروشم


Şiirin tercümesi:

''Getir benim o zırhımı, giyineyim,
Zira iş başa düştü, kendim savaşayım,
Canım bedenimde, başım gövdemde olduğu sürece,
Satmam Irak mülkünü bir tek kelleye ben.''

Selçuklu Sultanları da örneklerden anlaşılacağı üzere Farsçayı kabul etmişler fakat bunu bir nevi edebi zevk olarak idrak etmişler ve o şekilde kullanmışlardır. Çünkü Selçuklu döneminde halk arasında kullanılan dil kesinlikle Türkçe olduğu gibi, milli kültürel değerler de daima muhafaza edilmiştir. Bunun en somut örneklerinden biri de; bugün Güney Azerbaycan bölgesinde İran devleti vatandaşlığı altında yaşayan fakat Farsçayı zorunlu olarak öğrenmelerine rağmen, ana dilleri Türkçeyi halen daha kullanmakta olan milyonlarca Türk'tür.




8 Ekim 2017 Pazar

Şah & Sultan İki Şair İki Hükümdar

Bir önceki yazımızda edebiyatın sadece edebiyat olmadığından, tarihsel olay ve olgulara hem şahitlik hem de kaynaklık ettiğinden söz etmiştik. Tıpkı edebiyatın asma bahçeleri olan şiirler gibi...
Bütün alemin içerisinde bulunanları kelimeler ile insanların ruhlarına nakış nakış işleyenlerin silahıdır şiir.

İran ve Türk edebiyatını karşılaştırırken iki ulusun tarihleri boyunca aralarında gerçekleşen savaşlardan da söz etmiştik. Fakat bu silahlı mücadelelerin bir de manevi boyutu vardı ki o da edebiyat ve şiirdi. İşte bu manevi mücadelede belki de en harikulade ve en ince örneği Şah & Sultan vermiştir. Birisi İran'da kurduğu Safevi devletinin başına geçen Şah İsmail, diğeri ise kudretli Osmanlı ülkesinin padişahı Yavuz Sultan Selim Han idi. Ömürleri at sırtında seferden sefere, savaştan savaşa koşmakla geçmiş iki hükümdar, aynı zamanda bunca hengame ve kanın arasında yazılmış onlarca şiir ve divan; ruhlara tesir eden. Bir roman yazarı onları tasvir ederken şöyle diyordu; ''Kılıçların Ve Şiirlerin Savaşı.''

İki hükümdardan biri olan Şah İsmail 1487 yılında Güney Azerbaycan'ın Erdebil şehrinde dünyaya geldi. Babası Safeviyye tarikatının önderlerinden olan Şeyh Haydar'dan aldığı mirası devam ettirmiş ve bir süre şeyh namı ile anılmıştır. İran'da devletini kanlı bir şekilde kurduktan sonra ise tarih onu Şah İsmail olarak anacaktı.


Şah İsmail, hayatını savaşlarda ve yeni toprakların fethinde geçirmişti. 1514 yılında Çaldıran Muharebesinde Osmanlılara karşı yenildikten sonra ise tamamen münzevi bir hayat sürmüştür. Farsça, Arapça ve Türkçe (Azerbaycan lehçesi) şiirleri vardır. Şiirlerinde çoğunlukla Türkçeyi kullanmıştır. Farsça şiirlerinin ise çok azı günümüze ulaşabildi. Her divan şairi gibi o da bir mahlas yani adet olduğu üzere takma ad kullanmıştır. Hata'i mahlasını kullanan Şah İsmail'in geniş divanının yanında Nasihatname ve Dehname isimli iki de mesnevi türünde eseri vardır. Hata'inin Çaldıran yenilgisinden önce yazdığı şiirlerin tümü didaktik şiirdir. Bu şiirlerinde çoğunlukla kendi siyasal ve mezhepsel (kızılbaşlık) düşüncelerini yaymak istediği anlaşılmaktadır. Fakat Çaldıran yenilgisinden sonra kaleme aldığı şiirlerinde daha içine kapanık olduğu ve lirik şiirler yazdığı görülmüştür.

O şiirlerinden birinde şöyle diyordu;

''Hu diyelim gerçeklerin demine,
Gerçeklerin demi nurdan sayılır.
On iki imam katarına uyanlar,
Muhammed Ali'ye yar'dan sayılır.''

Osmanlı devletinin 9.padişahı olan Yavuz Sultan Selim ise 1470 yılında Amasya'da dünyaya gelmiştir. Türkçe ve Farsça pek çok şiirleri ve divanı bulunmaktadır. Farsçayı çok mahir kullandığını biliyoruz. Kendi el yazısı ile yazdığı Farsça manzumeler Topkapı Sarayı arşivindedir. Farsça ve Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Farsça divanında ise 300 gazel bulunmaktadır. Sultan Selim'in Çağatay lehçesinde yazdığı şiirleri de vardır. Daha çok Tatarların kullandığı Çağatay lehçesini hanımı olan Hafsa Sultan ve kayın pederi olan Kırım Hanı Mengli Giray'dan ötürü bildiği düşünülmektedir. Sultan Selim Han, şiirlerinde Selimi mahlasını kullanmış ve Türk divan edebiyatının en güzide eserlerini yazmış şairlerden biri olmuştur. 

Yavuz Sultan Selim Han tarih kitaplarında hiddeti ile anılan biri olmasına rağmen, gerçekte onun hiç de öyle olmadığını yine onun edebi kişiliğinden anlıyoruz. Son derece deruni ve ince bir kişiliğe sahip olan Sultan Selim, bir şiirinde şöyle diyordu;

''Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek.
Giryemi kıldı hun eşkimi füzun etti felek.
Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan,
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek.''

''Bilmem felek gözlerime nasıl bir büyü yaptı ki,
Gözümü kan içinde bıraktı, aşkımı artırdı.
Benim gücümün korkusundan aslanlar bile titrerken,
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti.''

Rivayetler bize ilginç bir hadiseden söz eder. Yavuz, şehzadeliği döneminde Trabzon sancağında bulunurken kendisi gibi satranç oyununa meraklı olan Şah İsmail'in ülkesine gider. Tebdil-i kıyafet bir şekilde çarşıda pazarda her önüne geleni mat eder. Nihayet namı Şah'ın sarayına ulaşır ve Şah onu huzuruna satranç oynamaya çağırır. Satrançta Şah'ı yenmiştir o vakitler henüz şehzade olan Selim Han. Bunun üzerine hiddetlenen Şah İsmail ona bir tokat atar; ''Sen edep bilmez misin, Şahlar hiç mat edilir mi!'' 
Bunun üzerine Yavuz, günümüze kadar ulaşan şu meşhur dörtlüğünü Şah'a okur;

''Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur.
Herkesi sen dost mu sandın, belki ol ağyar olur.
Sadıkane belki ol alemde bir dildar olur.
Yar olur, ağyar olur, dildar olur, serdar olur.''

''Şahım sen herkesi kendine sadık dost sanma.
Sen herkesi dost sanma, o belki düşmanın olur.
Belki o kişi alemlerde sözü geçen olur.
Dost olur, düşman olur, sözü geçen olur, hükümdar olur.''

Bu dizelere rağmen, Şah İsmail onun Şehzade Selim olduğunu anlamamıştır. Aradan yıllar geçtikten sonra iki şair hükümdar Çaldıran ovasında karşı karşıya gelir. Şah İsmail; ''Can melek canıdır, Ten Süleyman tenidir, Suyum arslan kanıdır, İçebilirsen gel.'' diyordu dizelerinde. Son olarak şiirler susmuş ve kılıçlar şairane bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Neticede Şah İsmail, ordusu ile beraber Selimi'ye yenilmişti. Ömrünün geri kalan kısmını yenilgisine layık olacak şekilde Hata'i mahlasını kullanarak mahzun ve garip bir halde şiir yazmak ile geçirmiştir. Diğer şair Selimi ise muzaffer bir komutan olarak şiirlerini kaleminden ruhunu akıtarak yazmaya devam etmiştir...



Türk Uygur Edebiyatı - 2

Türk-Uygur Edebiyatını incelemeye devam ederken, Uygur yazarlarından, şairlerinden ve Uygur halk edebiyatının belki de en güzide yapıtı olan...